Tutkularımızın ve hırslarımızın bizi öldürebilecek kadar güçlü olduğunu söyleseydim eğer, gülüp geçer miydiniz? Bugün sizlere zamansız yazarımızın bir şaheserinden bahsedeceğim: Stephen Zweig ve Amok Koşucusu.
Onun ismini mutlaka duymuşsunuzdur. Raflarda en çok satan klasik yazarlar arasında mutlaka bulunur.
Amok Koşucusu’nun kelime anlamı, Malezya bölgesindeki insanların tutkularına yenik düşerek, sarhoş bir şekilde ellerine kesici aletler alarak sonsuza dek koşuya çıkma arzusu ve yoluna çıkan herkesi öldürme isteği olarak bilinir. Kitapta ise ondan yardım isteyen bir hastasını reddeden, sonra pişman olup kadının peşine düşen bir doktorun hırsına tanık oluyoruz.
Öyle bir hırs ki bu; yıkıcı, ezici, kararlı ve hastalık seviyesinde.
Pişmanlığının pençesine düşerek kadına yardım etmeyi saplantı haline getiren doktor, kadının peşine düşer. Doktoru yöneten artık yalnızca hırsı ve tutkuları olmuştur, kendi hırsı içinde boğulacağından bihaberce.
Eğer bir tane de olsa Stefan Zweig kitabıyla tanıştıysanız, yazarımızın ölüm temasını kitaplarına sığdırmayı ne kadar önemsediğini anlamışsınızdır.
Karısıyla birlikte intihar ederek gözlerini kapattı bu dünyaya o. Bir yazarın yaşayabileceği en talihsiz şeyleri yaşamıştı, acılarını Montaigne’in “En gönüllü ölüm, ölümlerin en güzelidir…” sözünde hissederek.
Zweig’ın kendisi de tutkularına yenik düşmüştü aslında. Çünkü ölüm, onun için bir tutkuydu.
Koskoca dünyada nefes alan onlarca insan arasında hepimiz tıpkı Zweig gibi Amok Koşucusuyuz. Somut anlamıyla değil belki, fakat hepimiz hırslarımıza yenik düşecek kadar köreliyoruz. Çünkü insanoğlu her zaman en büyük tutkularının eseridir. Korku da, acı da, mutluluk da bu tutkulardan doğar. Elimize kesici aletler alıp koşmadığımız doğru fakat daha tehlikesini yapıyoruz.
Ruhumuzu, yüreğimizi paramparça edebilecek kadar içimizde biriktiriyoruz. Biriktirdiğimiz nefretle besleniyoruz. Ve duygularımız bütün bedenimizde deli gibi hareket ediyor. Kapana kısılmışlar, koşuyorlar…
Tıpkı bir Amok Koşucusu gibi.