Daha önce hiç günümüzü aydınlatan güneşin bir sabah doğmayacağını hayal etmiş miydiniz?
Peki ya size eski zamanlarda yaşamış insanların buna 18 ay mahsur kaldığını söylesem…
M.S. 529 yılından itibaren, başta Akdeniz ve Ortadoğu olmak üzere pek çok antik kent terkedilmişti.
Özellikle Akdeniz medeniyetlerine yoğunlaşan bu toplu göçlerin sebebi, başlangıçta Likya bölgesinde yaşanan büyük çaplı depremlerdi. Bu depremlerin şiddetinin 8 ‘e kadar ulaştığı bilinmektedir. Fakat depremlerin ardından başlayan ve insanları asıl ölüme ve karanlığa sürükleyecek olan felaketin nereden geleceğini kimse tahmin edememişti…
Milattan sonra 536 yılında bu büyük depremlerin gölgesinde, suskun dönem olarak bilinen ve tüm dünyada güneşin kararması ile son bulan hadise yaşandı. 18 ay sürecek olan bu küresel karanlıkta; gündüzler yaşanmamış, ekinler ve yiyecekler yetişememiş, sıcaklığı ile bilinen Çin’de yaz mevsiminin ortasında kar yağmıştı. Doğu Roma İmparatorluğu’nda (Bizans) I.Justinianus döneminde yaşamış Filistin kökenli tarihçi Procopius, tıpkı güneş tutulması sırasında olduğu gibi, güneşin uzun süren karamasını da kayıtlara geçirmişti.
İnsanlık; Asya’dan Akdeniz’e ve hatta Orta Amerika’ya kadar tüm dünyada hissedilen küresel bir kıtlıkla karşı karşıya kalmıştı. Bu dönemde hayatta kalabilmeyi başarabilmiş̧ insanlar; güneş ışığından uzun süre mahrum kaldıkları için hastalıklara karşı daha dirençsiz hale gelmişti.
Quaternary Science Reviews dergisinde yayımlanan araştırmada bu küresel karanlığın sebebi araştırılmış ve ilki 536’da gerçekleşen bir dizi volkanik patlama keşfedilmiştir. Araştırmaya göre “Grönland ve Antarktika’dan alınan buz örnekleri, 536 ve 539/540 yıllarında gerçekleşmiş iki büyük volkanik patlama sonucu atmosferdeki kükürt gazlarının miktarının yükseldiğini gösteriyor. İlk patlamanın 535’te ya da 536’nın başında, ikincisinin ise 539-540 yıllarındagerçekleştiği tahmin ediliyor. İkinci patlama Kuzey Yarımküre’de soğuk havaların 550 yılına kadar devam etmesine neden olmuştu.” Nitekim ülkemizde TÜBİTAK tarafından 1990’lı yıllarda yapılan araştırmalar da 536-550 yıllarının normalden çok daha soğuk geçtiğini doğruluyor.
Fakat insanlık adına zor günler henüz bitmemişti…
Güneş ışığından mahrum kalmış ve bağışıklığı zayıflamış insanların başına bu sefer de hiçbir ilacı ya da tedavisi olmayan bir salgın bela olmuştu. Antik Mısır’da Nil Nehri yakınlarında yayılmaya başlayan veba salgını, ticaret gemilerinde pire taşıyan farelerle birlikte çevre ülkelere de yayılmıştı.
İlk olarak bugünkü İstanbul’da kayda geçmiş bu virüs, Akdeniz kıyı ülkeleri, Avrupa, İstanbul ve çevre bölgelerde insanlığı inanılmaz bir kaosa sürüklemişti.
Tahminlere göre yüz milyondan fazla kişinin ölümüyle sonuçlanan bu pandeminin ismi ise Justinianus virüsü olmuştu. Modern tarihçiler bu veba olayını, ilk salgın sırasında Bizans İmparatoru olan I. Justinianus ile adlandırırlar. Fakat İmparator Justinianus, hastalığa yakalansa da atlatmış ve hayatta kalmayı başarmıştır.
2013 yılında Nature dergisinin yaptığı araştırmalarda, Justinianus virüsünün en eski izleri, günümüzde Kırgızistan, Kazakistan ve Çin sınırlarında bir dağ silsilesi olan Tanrı Dağları’nda bulunmuştur ve bu da Justinianus Veba Salgını’nın kökeninin yine bölge veya yakını olduğunu düşündürtmektedir.
540’lı yıllarda yayılmaya başlayan Justinianus virüsü etkisini yaklaşık 200 sene boyunca devam ettirmişti. Hayatlarını kaybeden insanlar, o dönemki nüfusa göre o kadar fazlaydı ki; insanlar bu kadar ölüyle ne yapacaklarını şaşırmışlar ve pek çok ölüyü denizlere atmışlardır. O dönemde yaşamayı başarabilmiş insanlar, bu felaketler zincirine “tabulatum viros luda” (kıyamet tabakası) demişler ve yaşadıklarını taşlara yontmuşlardır.