“Biz” Algısı Üzerine: Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluş Yıllarındaki Millî Kimlik İnşası
Kasım 02, 2024

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, yalnızca politik rejim değişimi sınırlarında kalmayıp toplumsal bir düzenin yeniden yapılanmasını da içermektedir. Öyle ki toplumun siyasi, ekonomik ve sosyokültürel dinamikleri, hâlihazırda deneyimlediği dengesiz ve sancılı sürecin ardından oldukça yıpranmış ve hareket edemez duruma gelmişti. Bir yanda çöken bir imparatorluğun ardında bıraktığı yükler ve diğer yanda da yıkılacak düzenin yerine geçmek isteyen, özgürlük kısıtlayıcı yaklaşımlara sahip iç ve dış kuvvetler nedeniyle toplumsal dinamikler durağanlaşmaya başlamıştı. Bu sebeple değişim ve dönüşümler, toplumun devamlılığı için elzem konumdaydı.

Bu konuda “yukarıdan aşağıya” yapılan politikalar yetersizdi ve toplumun ihtiyaçlarını karşılayamıyordu. “Aşağıdan yukarıya” gerçekleşecek olan bir değişim ve dönüşüm süreci, halkın temel ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla kendi kurtuluşlarına yönelik çabalarıyla başlamıştı. Bu çabalama sürecinde toplumun din, etnisite, cinsiyet, dil, sınıf ve kimlik gibi normlara bağlı kalmadan topyekün bir şekilde kurtuluşu gayeledikleri gözlenebilmektedir. Böylece “biz” algısı ortaya çıkarak deneyimlenen olumlu olay ve olguların atfedildiği bir millî kimlik biçimlenmiştir. Bu bağlamda millî kimlik bilincinin normlara bağlı kalmadan fakat cumhuriyetin politikalarıyla paralel biçimde yapılanan yeni normlarla inşa edildiği söylenebilmektedir.

Osmanlı İmparatorluğu’nun sosyokültürel yapısı, 16. ve 19. yüzyıllar arasında yaşanan değişim ve dönüşümler sebebiyle köklü bir evrimleşme sürecine girmiştir. İmparatorluğun sahip olduğu kutsal ve mutlak baba figürü, süregelen olumsuz politik, ekonomik ve toplumsal deneyimler sonucu zedelenmiş ve yerini tek bir figürden ziyade dengeleri dağılmış, çeşitlenmiş figürlere bırakmıştır. Batı Avrupa’da deneyimlenen milliyetçilik ve özgürleşme düşünceleri, çeşitlenmiş ve siyasi nüfuza sahip heterojen figürleri desteklemiştir. Osmanlı’nın özellikle 16. yüzyılda halifeliğin etkisiyle toplumsal hiyerarşide en üst konuma yerleştirdiği Müslüman Türk kimliği, 19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyılın başlarında gerçekleşen kargaşa dönemlerinde güçlenen heterojen figürlerin temsiliyetiyle baskınlığını yitirmiştir. Buradan yola çıkarak heterojen kimliklerin varlığının, millî ideolojiler etrafında biçimlendiği söylenebilmektedir.

Cumhuriyet öncesi dönemde millî kimliğin belirlenmesindeki en güçlü etkenlerden birinin din kavramı olduğu söylenebilir. Cumhuriyetin gerçekleştiği coğrafyada ve dönemde baskın din konumunda olan İslam’ın, birleştirici bir unsur olduğu da gözlemlenebilmektedir. Kendi içindeki çeşitlenmeleri ve farklılaşmalarına rağmen, semavi din olarak, İslam, dogmatik yapısı gereği inanç birlikteliği sağlayabilmiştir. Böylelikle farklı etnik, dinî, sosyokültürel kimlikler, mutlak ve kutsal bir çatı altında birleşerek kurtuluşu gerçekleştirmeyi hedeflemiştir.

Ne var ki din, birleştirici unsurlar içerdiği gibi ayrıştırıcı unsurlar da içermektedir. Toplumda gayrimüslim ya da Müslüman kaynaklı politikaları desteklemeyen bireyler olduğu gibi aynı dine mensup bireyler ve devlet içinde ya da dış ilişkilerde deneyimlenmiş olan olumsuz süreçler nedeniyle de İslam’ın birleştiriciliğine olan inanç zedelenmişti. Buradan yola çıkarak Osmanlı toplumunun heterojen sosyokültürel yapısı göz önünde bulundurulduğunda herhangi bir dinin yalnız başına birleştirici ya da ayrıştırıcı olarak mutlak belirleyici olmasının mümkün gözükmediği söylenebilir çünkü toplumun dinamikleri, modernleşmenin de getirisiyle birden fazla koldan ilerlemekte ve durağan olanla savaşım hâlinde bir yapıda şekillenmektedir. Ayrıca İslam dışındaki din mensupları, millet/millî ve milliyetçi kavramlarında kendi kimliklerinin temsiliyeti için çabaladıklarından kimliksel anlamda çeşitlenmeler, birleşimler ve ayrışımların olduğu, dinamik bir yapıdan bahsedilebilmektedir. Bu dinamik yapı, millî kimlik inşası sürecinin cumhuriyet döneminde de var olmasına neden olarak gösterilebilmektedir.

Tüm bu karmaşa dönemlerinin ardından cumhuriyet rejiminin varlığıyla bireyler, millî kimlik mefhumun bir kurtarıcı olarak görmüş ve hem bu kimliğe aidiyet hissetmiş hem de bu kimliğin oluşumuna katkıda bulunmuşlardır. Öncelikle ülkenin, düzenin ve dahası yaşamın kurtarıcısı olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ifadeleri, millî kimliğin inşa edilmesinde öncüdür:

“Benim için dünyada en büyük makam ve ödül, milletin bir bireyi olarak yaşamaktır. Eğer Cenab-ı hakk beni bunda başarılı yapmış ise, şükrederim. Bugün olduğu gibi ömrümün sonuna kadar milletin hizmetinde olmakla övüneceğim.”

1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 129)

Bu ifadede vurgulanan millî kimlik, bireyin politik nüfuzu, ekonomik durumu ya da sosyokültürel konumu fark etmeden kimlik düzeyinde eşit olunduğunu vurgulamaktadır. Aynı zamanda dinsel söylemin etkenliği de gözden kaçırılmamalıdır çünkü ortak değerler bütününe ne kadar hitap edilmişse “biz”in o denli kuvvetleneceği aşikârdır.

“Ben düşündüklerimi, sevdiklerime olduğu gibi söylerim. Aynı zamanda gerekli olmayan bir sırrı kalbimde taşımak kudretinde olmayan bir adamım. Çünkü ben, bir halk adamıyım. Ben düşündüklerimi daima halkın önünde söylemeliyim. Yanlışım varsa halk beni yalanlar. Fakat şimdiye kadar bu açık konuşmada halkın beni yalanladığını görmedim.”

1937 (Ulus gazetesi, 20. 3. 1937)

Atatürk’ün bu ifadesindeyse millî kimlik inşası sürecinde gözlemlenebilen özümseme kavramı etkendir. Kimlik düzeyinde eşitlenme, geçmiş yaşamdaki ortak belleğe hitap eden deneyimlerle sağlandıktan sonra şimdiki ve gelecek zamanda fikir, duygu ve hissiyat birlikteliği amaçlanmaktadır. İfadeden de takip edilebileceği gibi bireyler arasındaki dürüstlük ve şeffaflık ön koşul olarak yeni toplumsal düzende var olacaktır. Ayrıca dikkat edilmesi gereken bir nokta, bu şeffaflığın imparatorluk düzeninde göz ardı edilmesi ve hatta olmasının yanlış görünmesidir çünkü halk ve hanedan arasında keskin ve ulaşılamaz bir ilişkiler ayrımı mevcuttur. Ancak cumhuriyet rejiminin bir getirisi ve yapıcı unsuru olarak şeffaflık, millî kimlik inşasındaki güveni kuvvetlendirecek bir yapıda biçimlenmiştir.

“İki Mustafa Kemal vardır: Biri ben, et ve kemik geçici Mustafa Kemal… İkinci Mustafa Kemal, onu “ben” kelimesiyle ifade edemem; o, ben değil, bizdir! O, memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni yaşam ve büyük ülkü için uğraşan aydın ve savaşçı bir topluluktur. Ben, onların rüyasını temsil ediyorum. Benim girişimlerim, onların özlemini çektikleri şeyleri tatmin içindir. O Mustafa Kemal sizsiniz, hepinizsiniz. Geçici olmayan, yaşaması ve başarılı olması gereken Mustafa Kemal odur!”

1933 (Hamdullah Suphi Tanrıöver, Yerli Yabancı 80 İmza Atatürk’ü Anlatıyor, s. 183)

Millî kimlik inşasında kimlik düzeyinde eşitlik ve fikir, duygu ve hissiyat birlikteliğinin bir sonucu olarak özümseme süreci, Mustafa Kemal’in ifadesinde de gözlemlenebileceği gibi temsiliyet kavramıyla da desteklenmiştir. Heterojen kimliklerdeki ortak bellek, “…aydın ve savaşçı…” bir topluluğu temsil etmekte ve böylelikle kurtuluşun/yaşamın devamlılığın sağlandığı vurgulanmaktadır. Bu anlayış, bireyötesi bir düzeyden gerçekleşmekte olup sürerliliğini de bu yöntemle devam ettirmektedir.

Millî kimliğin inşası sürecinde eğitim mefhumu da etkendir. Dönemde çıkarılan kanunlarla eğitim, devletin tekeline bağlanmış ve devletin siyasi, ekonomik ve toplumsal politikalarının deneyimleyicisi olarak var olmuştur. Bu ifadeden yola çıkarak benimsenmesi amaçlanan “biz” algısıyla paralel gelişen bir pedagojik mühendislikten bahsedilebilir. Üstel’in ifade ettiği gibi 40’lı yıllara dek müfredata giren kitaplardaki eğitim anlayışı, özel ve kamusal alanda davranış biçimlerini düzenler niteliktedir.[1] Hem geleneksel aile anlayışına uygun bir şekilde ev içindeki düzendeki “uygun” davranışlar hem de okul, sokak ve meydan gibi kamusal alanlardaki “uygun” davranışlar, müfredatta okutulan kitaplarda tek tek işlenerek sınırları çizilmiş bir toplumsal düzenin varlığına işaret etmektedir. Bu bağlamda borçluluk üzerine kurulu bir düzenden de bahsedilebilir. Yapılandırılmaya çalışılan ulus-devlet anlayışı, toplumun deneyimlediği savaş ve yıkım gibi olumsuzluklar sırasında bireyi “ötekilerden” korumuş ve “biz” algısını güçlendirmiştir. Bir nevi yaşamın devamlılığını sağlayan yapı, eğitim bağlamında da ulus-devlet olarak gözükmektedir.

Sonuç olarak Türkiye Cumhuriyeti, yalnızca politik bir rejim değişimini deneyimlememiştir, aksine kendisinden önceki süreçlerin bir sonucu niteliğinde olup birden fazla koldan ilerleyerek oluşmuş organik bir oluşumdur. Bu oluşum, deneyimlenen kargaşa döneminden kaynaklı olarak halkın istek ve ihtiyaçları doğrultusunda “aşağıdan yukarıya” olduğu gibi devlet politikalarına paralelliğiyle de “yukarıdan aşağıya” bir yapıda biçimlenmiştir. Bu yapı, millî kimlik inşasının varlığıyla belirginleşmiştir. Böylelikle farklı kimlikleri tektipleştirmeye çalışmayan ve devlet politikalarını destekleyici bir kimlik oluşmuştur.

KAYNAKÇA

T.C. Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı. “Atatürk’e Göre Atatürk.” Erişim 24.10.2022. https://www.atam.gov.tr/duyurular/ataturke-gore-ataturk

Üstel, Füsun. “Türkiye Cumhuriyeti’nde Resmî Yurttaş Profilinin Evrimi.” Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce – 4: Milliyetçilik içinde, 275-283. İstanbul: İletişim Yayınları, 2002.

[1] Füsun Üstel. “Türkiye Cumhuriyeti’nde Resmî Yurttaş Profilinin Evrimi,” Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce – 4: Milliyetçilik içinde, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2002), 227.

Bu Haberi Paylaş:

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak.